Nibiru Gezegeni'nden Enki'nin Hikayesi

Sinan Tektaş

 Zecharia Sitchin


[Not: Bu yazıda, Zecharia Sitchin'nin "hayali" dünya tarihi yayınevi (?) tarafından özetleniyor. Daha sonra da Kitaptan  iki örnek yer alıyor. Hayali, kelimesi benim ifadem yoksa yazar böyle düşünmüyor elbette. Dünyanın bilinmeyen geçmişini açıklama çabalarının en uç/fantastik örneklerinden biri olarak görülebilir.  DK]


GİRİŞ
445.000 yıl kadar önce başka bir gezegenin astronotları altın aramak amacıyla Dünya’ya geldiler.

Dünya’nın denizlerinden birine iniş yapıp kıyıya çıktılar ve Eridu’yu, “Uzaklardaki Yuva”yı kurdular. Zaman içinde, bu ilk yerleşim bir uçuş kontrol merkezi, bir uzay limanı, madencilik operasyonları ve hatta Mars’ta kurulan bir ara istasyonla birlikte tam bir Dünya Misyonu’na dönüştü.
İş gücü açısından az sayıda olan astronotlar, İlkel İşçiler -Homo sapiens- oluşturmak için genetik mühendislik uyguladılar. Yeryüzünü devasa bir afetle silip süpüren Tufan taze bir başlangıç yapmayı gerektirdi; astronotlar tanrılara dönüşürken insanoğluna uygarlığı bahşedip ona nasıl tapınacağını öğrettiler. Derken, elde edilen her şey Dünya’ya gelen bu ziyaretçilerin kendi aralarındaki rekabet ve savaşlar sebebiyle ortaya çıkan bir nükleer felaket yüzünden yaklaşık dört bin yıl önce darmadağın oldu.

Dünya üzerinde meydana gelenler, özellikle de insanlık tarihi başladığından beri olan olaylar Zecharia Sitchin tarafından Kitabı Mukaddes’ten, kil tabletlerden, kadim mitlerden ve arkeolojik keşiflerden teker teker ayıklanıp yazarın Dünya Tarihçesi adlı dizisinde biraraya getirildi. Ama Dünya’da yaşanan olaylardan önce neler olmuştu? Bu astronotların kendi gezegenleri Nibiru’da neler olmuştu da uzay yolculuklarına, altına duyulan ihtiyaca, İnsanoğlunun oluşturulmasına yol açmıştı?

Gök ve uzay destanlarının baş oyuncularını hangi duygular, rekabetler, inançlar, ahlak kuralları (veya ahlak eksikliği) harekete geçirmişti? Nibiru üstünde ve Dünya üstünde gerilimin tırmanmasına sebep olan ilişkiler nelerdi? Yaşlılar ile gençler, Nibiru’dan gelmiş olanlar ile Dünya’da doğmuş olanlar arasındaki gerileme sebep olan neydi? Ve olanlar ne dereceye kadar Kader -geçmişteki olayların kaydının geleceğin anahtarını taşıdığı bir kader- tarafından belirlenmekteydi?

Baş aktörlerden olup olaylara tanık olan, Kısmet ile Kader arasındaki farkı görebilen birinin her şeyin, yani İlk Şeylerin ve belki de Son Şeylerin Nasıl, Nerede, Ne Zaman ve Niçin gerçekleştiğini gelecek nesiller için kayda geçirmesi ne kadar hayırlı olurdu, değil mi?
Ama bazıları tam olarak böyle yapmışlardı ve bunların arasında en önde geleni, yeryüzüne inen ilk astronot grubunun komutanıydı!

Bilginler de ilahiyatçılar da kutsal kitapta geçen Yaratılış, Adem ve Havva, Aden Bahçesi, Tufan, Babil Kulesi hikayelerinin aslında binlerce yıl önce Mezopotamya’da, özellikle Sümerler tarafından yazılmış metinlere dayandığını kabul etmekteler. Ve Sümerler de -pek çoğu uygarlıkların başlangıcından önce, hatta insanoğlu ortaya çıkmadan önce yaşanmış- geçmiş olaylara ilişkin bilgilerini Anunnakilerin (“Gökten Dünya’ya İnmiş Olanlar”) yazılarından elde ettiklerini açıkça belirtmişlerdi.

Kadim uygarlıkların yıkıntıları arasında, özellikle de Yakın Doğu’da yaklaşık yüz elli yıldır sürdürülen arkeolojik keşiflerin bir sonucu olarak çok sayıda bu tür daha eski tarihli metinler bulundu; buluntular ayrıca ya keşfedilen metinlerde sözü edilen veya varlıkları hakkında bu tarz metinlerden sonuca varılan, kraliyet ya da tapınak kütüphanelerinde kataloglara kaydedildikleri için var oldukları bilinen kayıp metinlerin -sözde kayıp kitapların- ne kadar çok olduğunu da ortaya çıkardı.

“Tanrıların sırları” bazen destansı hikayelerde kısmen de olsa ortaya serilmekteydi; Gılgamış Destanı tanrıların insanoğlunun tufan sırasında yok olmasına izin veren kararına yol açan aralarındaki tartışmaları açığa çıkartmıştı, Atra Hasis adlı başka bir metin ise altın madenlerinde güç koşullarda çalışan Anunnakilerin isyanının nasıl olup da İlkel İşçilerin, yani Dünyalıların oluşturulmasına yol açtığı hatırlanmaktaydı. Zaman zaman bu derlemeleri yazanlar astronotların liderlerinin ta kendileriydi: Nükleer felakete yol açan iki tanrıdan birinin suçu düşmanına atmaya çalışmasını anlatan Erra Manzumesi adlı metinde olduğu gibi, bazen seçtikleri bir yazıcıya dikte ettiriyorlar; bazen de tanrı, yazıcılığı üstleniyordu, tıpkı tanrının bir yer altı odasına sakladığı (Mısır’ın bilgi tanrısı) Tot’un Sırları Kitabında olduğu gibi.

Kitabı Mukaddes’e göre Yüce Rab Yahveh buyruklarını seçilmiş halkına teslim ettiğinde, Sina Dağında Musa’ya verdiği iki taş tabletin üstüne bunları kendi eliyle yazmıştı. Altın buzağı olayına tepki gösteren Musa bunları elinden fırlatıp ilk tablet takımını kırınca, kırk gün kırk gece dağda kalıp Rab’bin dikte ettiği sözleri yeni tablet takımının her iki yüzüne kendi elleriyle yazmıştı.

Mısır Kralı Khufu’nun (Keops) döneminden kalan bir papirüs üstüne kaydedilmiş Tot’un Sırları Kitabı ile ilgili bir hikaye olmasaydı o kitabın varlığından asla haberdar olamazdık. Kutsal kitabın içinde yer alan Mısır’dan Çıkış ve Yasanın Tekrarı kitaplarında anlatılanlar olmasaydı, ilahi tabletler ve içerikleri hakkında asla bilgi sahibi olamazdık ve hepsi de var olduklarına dair bilginin bile gün ışığına çıkamadığı o muammalı “kayıp kitaplar” kalabalığının bir parçası haline gelirlerdi. Bazı durumlarda belirli metinlerin var olduğunu bilmek ama içerikleri hakkında hiç bir şey bulamamak da az acı değildir. Kitabı Mukaddes’te bilhassa sözü edilen Yahveh’nin Savaşları Kitabı ve Yaşar Kitabı bunlardandır. En azından şu iki örnek için, kutsal kitabı kaleme alanların bildiği daha eski tarihli metinler olan bu eski kitapların var oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Yaratılış Kitabı’nın beşinci bölümü “Bu Adem’in Toledot kitabıdır” ibaresiyle başlar, Toledot terimi genellikle “nesiller” olarak çevriliyorsa da daha doğru olan anlamı “tarih veya şecere kaydı” şeklindedir.

Diğeri ise Yaratılış Kitabının altıncı bölümünde Nuh ve Tufan ile ilişkili olaylar “Bu Nuh’un Toledot’udur” diyerek anlatılmaya başlanır. Gerçekten de Adem ve Havva Kitabı olarak bilinen bir kitabın bazı parçaları Ermeni, Slav, Süryani ve Habeş dillerinde binlerce yıl boyunca varlığını sürdürebilmiş ve (kutsal kabul edilen Kitabı Mukaddes’e dahil edilmeyen, güya uydurulmuş kitaplardan biri olarak görülen) Hanok Kitabı’nda bilginlerin çok daha eski tarihli Nuh Kitabı’ndan alınmış olduğunu düşündükleri parçalar yer almaktadır.

Kayıp kitapların çokluğuna ilişkin olarak sıkça verilen bir örnek de Mısır’daki ünlü İskenderiye Kütüphanesidir. M.Ö. 323’te ölen İskender’in ardından general Ptolemi tarafından kurulan kütüphanede yarım milyondan çok “cilt,” yani (kil, taş, papirüs, parşömen gibi) çeşitli malzemeler üstüne yazılmış kitap bulunduğu söylenmekteydi. Bu bilgi birikimini incelemek üzere bilginlerin toplandıkları bu büyük kütüphane M.Ö. 48’den başlayıp M.S. 642’de Arap istilasına dek uzanan savaşlar sırasında yakılıp yıkıldı. Bu bilgi hazinesinden geriye kalan yalnızca İbranca Kitabı Mukaddes’in ilk beş kitabının Yunanca tercümesi ve kütüphanede sürekli kalan bazı bilginlerin yazılarından küçük kısımlardır.

M.Ö. 270 civarında ikinci Ptolemi kralının Yunanlıların Manetho dedikleri bir Mısırlı rahibe Mısır’ın tarihini ve tarih öncesini derleme görevini vermiş olduğunu biliyoruz. Manetho şöyle yazmıştı; ilk başta yalnızca tanrılar hüküm sürdüler, sonra yarı tanrılar ve en sonunda, M.Ö. 3100 civarında firavun hanedanları başladı. Manetho ilahi saltanatların Tufan’dan on bin yıl önce başlayıp binlerce yıl sonrasına dek sürdüğünü ve Tufan’dan sonraki dönemde tanrılar arasında çarpışmalar ve savaşlara tanık olunduğunu yazmıştı.

İskender’in Asya’daki topraklarında saltanat general Seleukos ve ardıllarının elindeydi ve Yunanlı alimler için geçmişte yaşanmış olayların kaydının çıkartılması çabası orada da sürmekteydi. Babil tanrısı Marduk’un rahiplerinden biri olan ve çekirdeğini Harran’daki tapınak kütüphanesinin oluşturduğu kil tablet kütüphanelerine kolayca erişebilen Berossus, Tufan’dan 432.000 yıl kadar önce tanrılar gökten Dünya’ya geldiklerinde başlayan tanrılar ve insanların tarihini üç cilt halinde yazdı. İlk on komutanın adlarını ve saltanat sürelerini sıralayan Berossus bir balık gibi giyinmiş olan ilk komutanın denizden yüzerek kıyıya çıktığını bildirmişti. İnsanoğluna uygarlığı veren oydu ve Yunancaya çevrilen ismi Oannes’ti.

Pek çok ayrıntıda birbirlerine tam olarak uyan bu iki rahip Dünya’ya inen bu gök tanrılarını, Dünya’da yalnızca tanrıların hüküm sürdüğü bir dönemi ve tufan denilen o büyük afeti anlatmaktaydılar. Bu üç ciltten (çağdaşı olan başka yazılarda) korunabilmiş irili ufaklı parçalarda Berossus, Büyük Tufan’dan önceye ait yazıların -kadim tanrılar tarafından kurulan ilk şehirlerden biri olan, Sippar denilen o çok eski şehirde güvenle saklanan taş tabletlerin- varlığını bilhassa belirtmektedir.

Tanrıların tufan öncesinde kurdukları diğer şehirler gibi Sippar da tufan sularının altında kalıp yok olmasına rağmen, tufan öncesi döneme ait yazılara ilişkin bir bahis Asur kralı Asurbanipal’in (M.Ö. 668-633) tarih kayıtlarında su yüzüne çıkıverir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında arkeologlar -o zamana dek yalnızca Eski Ahit’ten bilinmekte olan- kadim Asur başkenti Nineve’yi bulduklarında Asurbanipal’in sarayındaki kütüphanenin yıkıntılarında üstü yazılarla kaplı yaklaşık 25.000 adet kil tabletin kalıntılarını keşfettiler. “Eski metinler”in pek hevesli bir koleksiyoncusu olan Asurbanipal, tarih kayıtlarında şöyle övünmekteydi: “Yazıcıların tanrısı bana ilminin bilgisini bahşetti; yazının gizlerine inisiye edildim; Şumer dilinde yazılmış ayrıntılı tabletleri bile okuyabilirim; Tufan’dan önceki günlerden kalan taş yontulardaki muammalı sözleri anlıyorum.”

Şumer (veya Sümer) uygarlığının günümüzde Irak olarak bilinen bölgede, Mısır’daki firavun çağı uygarlığından neredeyse bin yıl önce gelişip büyüdüğü ve daha sonra bunları, Hint altkıtasındaki İndüs Vadisi uygarlığının izlediği artık biliniyor. Ayrıca tanrıların ve insanların tarihlerini ve hikayelerini ilk kez yazıya geçirenlerin Sümerler olduğu ve aralarında İbranların da bulunduğu diğer tüm halkların Yaratılış, Adem ve Havva, Kayin ve Habil, Tufan, Babil Kulesi hikayelerini onlardan aldıkları bilinmektedir; bu gerçek Yunanlıların, Hititlerin, Kenanlıların, Perslilerin ve Hint-Avrupalıların yazılarında ve hatıralarındaki tanrıların savaşları ve aşkları hikayelerine de yansır. Tüm bu eski yazıların iddia ettikleri gibi onların kaynakları da çok daha eski tarihli, bazısı bulunmuş ama çoğu kayıp olan metinlerdi.
http://wiki.auroville.org.in/wiki/Ritam_
%22Similarities_
between_Sumerian_Enki_and_

Vedic_Agni%22
Böyle çok eski tarihli yazıların sayısı akıllara durgunluk verecek kadar çoktur; kadim Yakın Doğu’nun harabelerinde binlerce değil on binlerce kil tablet keşfedilmiştir. Pek çoğu ticaret, işçi ücretleri ve evlilik sözleşmeleri gibi günlük yaşamın çeşitli yanlarıyla ilgili kayıtlardır. Çoğunlukla saray kütüphanelerinde bulunan diğerleri ise kraliyet tarihi kayıtlarını oluşturmaktadır; tapınak kütüphanelerinin veya yazıcılık okullarının harabelerinde keşfedilen diğerleri ise mukaddes kabul edilen ve Sümer dilinde yazılıp sonra (ilk Sami dili olan) Akkadça’ya, ardından diğer kadim dillere çevrilmiş bir kutsal literatürü oluşturmaktaydı. Neredeyse altı bin yıl öncesinden kalan bu ilk yazılarda bile kayıp “kitaplar” dan (taş tabletler üstüne yazılmış metinlerden) bahsedilmekteydi.

Kadim şehirlerin ve kütüphanelerinin yıkıntılarındaki inanılmaz -bu mucizeye anlatmak için şans kelimesi az gelir- buluntular arasında kil prizmalar vardı ve bunların üstüne, Berossus’un bahsetmiş olduğu, Tufan’dan önce 432.0000 yıl hükümdarlık yapmış şu on idareciye dair bilgiler yazılmıştı. Sümer Kral Listeleri olarak bilinen (ve İngiltere’nin Oxford kentindeki Ashmolean Müzesinde sergilenen) bu metinlerin çeşitli versiyonları bunları derleyen Sümerlerin çok daha eski tarihli yaygın veya mukaddes ilan edilmiş metin malzemesinden yararlanabildiklerine dair hiç bir kuşku bırakmamaktadır. Bir o kadar eski olup çeşitli yıpranma düzeylerindeki başka metinlerle bir araya getirildiklerinde bu metinler, Geliş‘i olduğu kadar bunun öncesindekilerin yanı sıra elbette sonrasındaki olayları da kayda ilk geçiren kişinin baş aktörlerden, olaylara birinci elden tanık olan bu liderlerden biri olduğunu düşündürmektedirler.

Tüm bu olayların tanıklarından biri olan ve gerçekten olaylarda baş rolü oynayanlardan biri ilk astronot grubuyla birlikte suya iniş yapan liderdi. O sıralarda unvanı E.A., yani “Evi Su Olan” idi. Dünya Görevinin komutasının üvey kardeşi ve rakibi olan EN.LİL’e (“Emirler Efendisi”) verilmesiyle hayal kırıklığına uğradığında ona EN.Kİ, “Yer’in Efendisi” unvanı verilip yaşadığı utanç biraz hafifletilmişti. Tanrıların şehirlerinden ve onların E.DİN (“Aden”)‘deki uzay limanından uzaklaştırılıp kendisine AB.ZU’daki (Güneydoğu Afrika’daki) altın madenlerini denetleme görevi verilen kişi, büyük bir bilim adamı olan Ea/Enki’ydi ve orada, o bölgede yaşayan insansı yaratıklara rastgeldi. Altın madenlerinde çok güç şartlarda çalışan Anunnakiler isyan edip “Bizden bu kadar!” dediklerinde, gereken işgücünün genetik mühendislik sayesinde evrimi zamanından önce hızlandırarak elde edilebileceğini fark eden oydu; böylece Adem (“Arz’dan olan”, Dünyalı) ortaya çıktı. Bir melez olan Adem üreyemiyordu; Aden Bahçesindeki Adem ve Havva’nın kutsal kitapta yansıyan hikayesi Enki tarafından yapılan ikinci genetik müdahaleyi ve böylece cinsel yolla üreme için gereken ekstra genlerin eklenmesini anlatmaktadır. Ve giderek çoğalan insanoğlunun hayal edilen tarza uymadığı ortaya çıktığında, erkek kardeşi Enlil’in yaptığı ve insanoğlunun tufan sırasında ortadan kalkmasına izin verecek olan plana -o sırada yaşananların kahramanı Kitabı Mukaddes’te Nuh ve çok daha eski tarihli orijinal Sümerce metinde ise Ziusudra olarak anılır- karşı çıkan yine Enki’ydi.

Nibiru’nun hükümdarı Anu’nun ilk erkek çocuğu olan Ea/Enki kendi gezegeni (Nibiru) ve sakinlerinin geçmişi hakkında çok bilgi sahibiydi. Başarılı bir bilim adamı olan Ea/Enki Anunnakilerin ileri bilgisinin en önemli kısımlarını (sırasıyla, Mısır tanrıları Ra ve Tot olarak bilinen) Marduk ve Ningişzidda adlı oğullarına miras bırakmıştı. Ama seçilmiş bireylere “Tanrıların Sırları“nı öğreterek bu ileri bilginin belirli kısımlarının insanoğluyla paylaşılmasına da aracı oldu. En azından iki örnekte, bu inisiyeler söz konusu ilahi öğretileri insanoğlunun mirası olarak (onlara söylendiği gibi) yazıya geçirdiler. Bunlardan biri, Enki’nin muhtemelen bir dünyalı kadından olan oğlu Adapa’ydı; onun Zamana İlişkin Yazılar başlıklı bir kitap yazdığı bilinir ve bu, kayıp kitapların en eskilerinden biridir. Enmeduranki adındaki diğeri ise büyük olasılıkla, kutsal kitapta ilahi sırları içeren kitabı oğullarına emanet ettikten sonra göğe alındığı anlatılan Hanok’un esas örneğiydi; bu kitabın bir versiyonunun kutsal kitap dışında bırakılan Hanok Kitabı’nda günümüze dek gelmiş olması büyük bir olasılıktır.

Anu’nun ilk erkek evladı olmasına rağmen Enki’nin kaderinde, babasının ardından Nibiru’da tahta çıkmak yoktu. Nibiruluların çapraşık tarihinden yansıyan karmaşık ardıllık kuralları bu ayrıcalığı Enki’nin üvey kardeşi Enlil’e vermekteydi. Bu acı çatışmaya çözüm aranırken Enki ve Enlil kendilerini, Nibiru’nun giderek incelen atmosferini korumak amacıyla bir kalkan oluşturmak için altınına ihtiyaç duyulan yabancı bir gezegene gitme görevinde buldular. Anunnakilerin Baş Tıp Subayı olan üvey kızkardeşleri Ninharsag’ın da Dünya’ya gelişi ile daha karmaşıklaşan bu geçmiş nedeniyledir ki Enki, tufanı bahane ederek insanoğlunun yok olmasına izin vermek isteyen Enlil’in planını bozmaya karar vermişti.

Çatışma bu iki üvey kardeşin oğulları arasında, hatta torunları arasında da sürdü; aslına bakarsanız bunların hepsi, özellikle de Dünya üstünde doğanlar çok uzun yörüngesi sayesinde Nibiru’nun sağladığı uzun yaşam sürelerini kaybetmekle karşı karşıyaydılar ve bu durum da onların kişisel ıstıraplarına eklenip hırslarını körüklemekteydi. Tüm bunlar M.Ö. üçüncü binyılın son asrında, Enki’nin resmi eşinden olan oğlu Marduk, Dünya’yı miras alacak olanın Enlil’in ilk erkek evladı Ninurta değil de kendisi olduğunu iddia ettiğinde zirveye ulaştı. Bu şiddetli çekişme sırasında yaşanan bir dizi savaş, en sonunda nükleer silahların kullanılmasına yol açtı; sonrasında ise hiç istenmeyen sonuç, Sümer uygarlığının yok oluşu oldu.

Seçilen bireylerin “tanrıların sırları” na inisiye edilmesi Rahiplik kurumunun, İlahi Sözleri ölümlü Dünyalılara aktaranların, tanrılar ve insanlar arasındaki aracılar silsilesinin başlangıcını belirledi. İlahi sözlerin yorumlanışları olan kehanetler, işaretler görmek amacıyla göklerin gözlemlenmesiyle birleşti. İnsanoğlu tanrısal çatışmalarda giderek daha çok taraf tutar hale geldikçe Kehanet büyük bir rol oynar oldu. Aslında, gelecekte yaşanacakları açıklayan tanrıların bu gibi sözcülerini anlatmak için kullanılmaya başlanan Nebi kelimesi, Marduk’un ilk erkek evladı olan ve sürgün edilmiş babasının adına insanoğlunu, gökteki işaretlerin Marduk’un hükümranlığının geldiğine ikna etmeye çalışan Nabu’nun unvanıydı.

Bu gelişmeler, Kısmet ile Kader arasında bir fark gözetilmesi gerektiğini iyice netleştirmişti. Enlil’in, hatta bazen Anu’nun eskiden hiç sorgulanmayan bildirileri artık NAM, yani rotaları belirlenmiş ve değişmez olan gezegen yörüngeleri gibi olan Kader ile NAM.TAR, yani bozulabilen, değiştirilebilen bir kader olan Kısmet arasındaki farkın irdelenmesine tabi tutulmaktaydı. Olayları gözden geçirip oluş sıralarını hatırladıklarında ve Nibiru’da olanlar ile Dünya’da meydana gelmiş olanlar arasındaki bariz koşutluğu gören Enki ve Enlil aslında neyin mukadder olup kaçınılmaz olabileceği, iyi ve kötü kararların ve hür iradenin sonucunda kısmete neyin düştüğü konusunda derinden düşünmeye başladılar. İkincisi önceden tahmin edilemezdi; birincisi ise, özellikle eğer her şey gezegenlerin yörüngeleri gibi devresel ise, olmuş olan tekrar olacaksa, başlar ayrıca son da olacaksa önceden görülebilirdi.

Nükleer yıkımla gelen o en kritik devre Anunnaki liderleri arasındaki içsel sorgulamayı yoğunlaştırdı ve felakete uğramış insan kalabalıklarına olayların niçin böyle geliştiğini açıklama ihtiyacını güçlendirdi. Olanlar mukadder miydi yoksa Anunnaki eliyle oluşan kısmetin sonucu muydu yalnızca? Sorumlu tutulabilecek birileri var mıydı?

Felaketin arifesinde toplanan Anunnaki meclislerinde, yasaklanmış silahların kullanılmasına tek başına muhalefet eden kişi Enki’ydi. Dolayısıyla, geriye kalan ıstırap içindeki insanlara aslında iyi niyetli olan uzaylı varlıkların destanındaki bu dönüm noktasında onların nasıl olup da yıkıcılar haline geldiklerini açıklamak Enki için çok önemliydi. Kim buraya ilk gelen ve her şeye tanık olan Ea/Enki’den daha uygun olabilirdi ki; Gelecek önceden görülebilsin, diye Geçmişi anlatmaya? Ve her şeyi anlatmanın en iyi yolu Enki tarafından, ilk ağızdan verilmiş bir rapor olurdu.
Onun özyaşam öyküsünü kayda geçirdiği kesindir çünkü Nippur kütüphanesinde (en azından on iki tablet kaplayan) uzun bir metin keşfedilmiştir ve Enki’den şunu nakleder:

Dünya’ya yaklaştığımda,
çok fazla sel vardı.
Onun yeşil çayırlarına yaklaştığımda,
tepecikler ve tümsekler birikip yığıldı
emrimle.
Evimi saf bir yerde kurdum
Evime uygun bir ad verdim.

Bu uzun metin Ea/Enki’nin görevleri subaylarına paylaştırıp Dünya Görevi operasyonuna nasıl başladığını tarif ederek devam etmektedir.

Sonraki gelişmelerde Enki’nin oynadığı rolün çeşitli özelliklerini ele alan pek çok başka metin Enki’nin hikayesini tamamlamaya hizmet etmektedir; bunlar, çekirdeğini Enki’nin kendi metninin oluşturduğu bir Yaratılış Destanı, bilginlerin Eridu Yaratılış Kitabı dedikleri bir kozmogoniyi içermektedir. Adem’in oluşturulmasının ayrıntılı bir tarifi vardır. Metinler, erkek ve dişi Anunnakilerin Enki’den ME'ler, yani içinde uygarlığın tüm unsurlarının şifrelendiği bir tür veri disklerini almak üzere Eridu’ya nasıl geldiklerini anlatırlar ve elbette, üvey kız kardeşi Ninharsag’dan bir oğul edinme çabalarının, hem tanrıçalarla hem de insan kızlarıyla giriştiği rastgele ilişkilerin ve bunların beklenmedik sonuçlarının hikayeleri gibi Enki’nin özel hayatı ve kişisel sorunlarıyla ilgili metinleri de içerirler.

Atra Hasis metni, Anu’nun Dünya’yı oğulları arasında paylaştırarak Enki-Enlil rekabetinin şiddetlenmesini önleme çabasına ışık tutar; metinlerde Tufan öncesinde insanoğlunun kaderi hakkında Tanrılar Meclisinde yapılan görüşmelerin neredeyse tutanakları kaydedilmiştir; Gılgamış Destanı tabletlerinde orijinal Mezopotamya versiyonu bulunana dek yalnızca Kitabı Mukaddes’te olduğu düşünülen bir hikayenin, yani Enki’nin kullandığı ve Nuh ile onun gemisinin hikayesi olarak bilinen bahane de bunlarda yer alır.

Sümerce ve Akkadça tabletler; Babil ve Asur tapınak kütüphaneleri; Mısır, Hitit ve Kenan “mitleri” ve de kutsal kitapta anlatılanlar tanrıların ve insanların maceralarının yazıya dökülmüş hatıratın esasını oluşturmaktadır. Bu dağınık ve parça parça malzeme, Enki’nin şahadetini, uzaylı bir tanrının özyaşam öyküsünden anılar ve öngörüyle dolu kehanetlerini yeniden oluşturmak amacıyla Zecharia Sitchin tarafından tarihte ilk kez bir araya getirilip kullanıldı.

Enki tarafından seçilmiş bir yazıcıya dikte ettirilen bir metin, mührü zaman uygun olduğunda kırılıp açılacak bir Tanıklık Kitabı olarak sunulan tüm malzeme akla Yahveh’nin, Yeşeya Peygamber’e (M.Ö. Yedinci Yüzyıl) verdiği talimatı getirmektedir:

Şimdi git
Söylediğimi onların önünde
Bir levhaya yazıp kitaba geçir ki
Gelecekte kalıcı bir tanık olsun.
Yeşeya 30:8

Geçmişi ele alan Enki bizzat geleceği algılamıştı. Hür iradelerini kullanan Anunnakilerin kendi kaderlerinin (yanı sıra insanoğlunun kaderinin) efendisi olduklarına ilişkin fikir en sonda, olayların gidişatını belirleyenin aslında Kader olduğunun, dolayısıyla -İbran peygamberleri tarafından bildirildiği gibi- başların son olacağının anlaşılmasıyla yer değiştirir.
Enki tarafından yazdırılan olayların kaydı işte böylece Kehanetin temeli olur ve Geçmiş, Gelecek haline gelir.
***

YEMİN
Büyük Tanrının, efendi Enki’nin kulu;
Eridu kentinin oğlu, usta yazıcı Endubsar’ın sözleridir.

Büyük Afetten sonraki yedinci yılın ikinci ayının on yedinci gününde Büyük Tanrı, insanoğlunun hayırhah biçimlendiricisi, her şeye gücü yeten ve iyiliksever efendim Enki tarafından çağırıldım.
Kötülük Rüzgarı şehre doğru yaklaşırken Eridu’dan çorak steplere kaçabilmiş olan az sayıda insanın arasındaydım. Ateş yakmak için çalı çırpı toplamak üzere kıra doğru uzaklaştığım bir sırada başımı kaldırıp baktım ki ne göreyim, güneyden bir Kasırga çıkageldi. Çevresinde kırmızımsı bir parlaklık vardı ve hiç ses çıkartmıyordu. Yere eriştiğinde karnından dört tane dik ayak çıktı ve parlaklık kayboldu. Kendimi yere atıp yüz üstü kapaklandım çünkü bunun bir ilahi görüm olduğunu biliyordum.

Başımı kaldırıp bakınca yanı başımda iki ilahi elçinin durmakta olduğunu gördüm. Yüzleri insan yüzüydü ve giysileri cilalı tunç gibi parlamaktaydı.
Bana adımla seslenip şöyle dediler:
Büyük Tanrı, efendi Enki tarafından çağırılıyorsun.
Korkma çünkü kutsandın.
Seni alıp göğe çıkarmaya ve onun Magan Ülkesinde, Magan Nehrinin ortasındaki adanın üstüne, savakların olduğu yerdeki meskenine götürmeye geldik.

Ve onlar konuşurken, Kasırga ateşten bir atlı arabaymışçasına kendini yükseltip gitti. Her biri bir elimden tutup beni kaldırdılar, beni yer ve gök arasında kartalların süzüldükleri gibi hızla taşıdılar. Toprağı ve suları, ovaları ve dağları görebiliyordum. Beni, Büyük Tanrının meskeninin girişindeki adanın üstünde yere indirdiler. Ellerimi bıraktıkları anda daha önce eşini benzerini görmediğim bir parlaklık beni sarıp yere çaldı; yaşam nefesim boşalmışçasına yere yığıldım.

Adımı çağıran bir sesle, sanki en deri uykudan uyanırmışçasına kendime gelmeye başladım. Kapalı bir mekanın içindeydim. Karanlıktı ama bir ışıltı da vardı. Sonra adım, seslerin en derini tarafından bir kez daha söylendi. Sesi duyabiliyor olmama rağmen; ne nereden geldiğini görebildim, ne de konuşanın kim olduğunu. Buradayım, dedim.
Derken bu ses bana şöyle dedi: Adapa’nın evladı Endubsar, yazıcım olasın, sözlerimi tabletlere yazasın, diye seni seçtim.

Aniden, bu mekanın bir kısmında bir parlaklık peydah oldu. Yazıcılara has bir çalışma yeri gördüm: Bir yazıcı masası ve iskemlesi; ayrıca güzelce biçimlendirilmiş taş tabletler vardı. Ama ne kil tablet ne de yaş kil kabı gördüm. Masanın üstünde sadece bir yazı kalemi duruyordu; parlaklığın içinde hiç bir kamış yazı kalemine benzemeyen şekilde ışıldıyordu. Ve o ses tekrar konuşup şöyle dedi: Eridu kentinin oğlu, sadık kulum Endubsar. Ben, efendin Enki’yim. Sözlerimi yazıya dökmen için seni çağırttım çünkü Büyük Afetten dolayı insanoğlunun başına gelenlerden dolayı çok üzgünüm. Olayların doğru sırasını kayda geçirmek isterim ki tanrılar da, insanlar da ellerimin temiz olduğunu bilsinler. Büyük Tufan’dan beridir Dünya’nın, tanrıların ve dünyalıların başına böyle bela gelmedi. Ama Büyük Tufan mukadderdi. Ancak büyük afet mukadder değildi. Yedi yıl önce olan bu afet, olmak zorunda değildi. Önlenebilirdi ve ben Enki, bunu önlemek için elimden gelen her şeyi yaptım heyhat, başaramadım. Kısmet miydi yoksa kader mi? Kararı gelecekte verilecek çünkü günlerin sonunda bir Yargılanma Günü olacaktır. O gün Dünya sarsılacak ve nehirler yatak değiştirecek; öğle vakti karanlık çökecek, geceyse göklerde bir ateş olacak; geri dönen göksel tanrının günü olacak o gün. Ve ister tanrılardan ister insanlardan olsun kimin hayatta kalıp kimin yok olacağı, kimin ödüllendirilip kimin cezalandırılacağı o gün görülecektir; mukadder olan şey bir devrenin içinde tekrarlanacaktır ve kısmet olan şey ve de yalnızca kalbin niyetinin iyiye mi kötüye mi yol açtığı yargılanacaktır.

Ses sessizleşti sonra Büyük Tanrı tekrar konuşup şöyle dedi: İşte bu nedenle ki sana Başlangıçların ve Önceki Zamanların ve Eski Zamanların gerçek hikayesini anlatacağım çünkü gelecek, geçmişte yatmaktadır. Kırk gün kırk gece sana anlatacağım ve sen yazacaksın; senin buradaki görevinin günü ve gecesinin sayısı kırk olacak çünkü kırk benim tanrılar arasındaki kutsal sayımdır. Kırk gün kırk gece ne bir şey yiyecek ne de içeceksin; yalnızca bir kereliğine su ve ekmek göreceksin ve bu seni görevin bitene dek idare edecek.

Ses durakladı ve birdenbire, mekanın başka bir yerinde bir ışıltı ortaya çıktı. Bir masa gördüm, üstünde bir tabak ve kupa vardı. Kalkıp oraya gittim; tabakta ekmek ve kupada su olduğunu gördüm.
Büyük Tanrı Enki’nin sesi yine konuşup şöyle dedi: Endubsar, ekmekten ye ve sudan iç; kırk gün kırk gece tok kal. Söylendiği gibi yaptım. Sonrasında o ses bana yazıcı masasına oturmamı söyledi; oradaki ışıltı çoğaldı. Olduğum yerde ne bir kapı ne bir gedik vardı ama yine de ortalık gün ortası gibi pırıl pırıldı.

Ve ses şöyle dedi: Yazıcı Endubsar, ne görüyorsun?
Başımı kaldırıp bakınca ışıltının huzmelerinin masaya, taşlara ve yazı kalemine döküldüğünü görüp şöyle dedim: Taş tabletler görüyorum ve renkleri gök yüzü gibi duru. Daha önce hiç görmediğim bir yazı kalemi görüyorum; sapı hiç de kamışa benzemiyor ve ucu ise bir kartalın pençesini andırıyor.
Ve ses şöyle dedi: Bunlar, üstüne sözlerimi yazacağın tabletlerdir. İsteğim üzerine en iyi lacivert taşından iki pürüzsüz yüzü olacak şekilde kesildiler. Gördüğün yazı kalemi ise bir tanrının eseridir; sapı altın gümüş alaşımından ve ucu ise ilahi kristalden yapılmıştır. Sağlamca eline oturacak ve tabletin üstünü sanki ıslak kili işaretliyormuşçasına kolayca kazıyacaksın. On yüze iki sütun halinde yazacaksın, her bir taş tabletin arka yüzüne iki sütun halinde yazacaksın. Sözlerimden ve cümlelerimden sapmayasın!

Bir duraklama olduğunda taşlardan birine dokundum; yüzeyi pürüzsüz cilt gibiydi, yumuşacık geldi elime. Kutsal yazı kalemini elime aldım, tüy gibi hafifti.

Sonra Büyük Tanrı Enki konuşmaya başladı ve ben onun sözlerini, tam söylediği gibi yazmaya başladım. Sesi bazen gürdü, bazen neredeyse bir fısıltı. Bazen sesinde neşe veye gurur vardı, bazense acı ve ıstırap. Ve bir tabletin iki yüzü de yazıyla dolunca, devam etmek için diğerini aldım.
Son sözleri söyledikten sonra Büyük Tanrı durakladı ve derin bir iç çekiş sesi duydum. Ve şöyle dedi; Kulum Endubsar, kırk gün kırk gece boyunca sözlerimi sadakatle kayda geçirdin. Görevin burada tamamlandı. Şimdi bir başka tablet al eline; üstüne kendi yeminini yazacak ve sonuna ise mührünle tanıklık ettiğini gösteren işareti basacaksın, tableti alıp diğer tabletlerle birlikte ilahi sandığa koy çünkü belirlenmiş bir zamanda, seçilmiş olanlar gelip sandığı ve tabletleri bulacak ve sana yazdırdığım her şeyi öğrenecekler. Başlangıçların, Önceki Zamanların ve Eski Zamanların ve Büyük Afetin gerçek hikayesi bundan böyle Efendi Enki’nin Sözleri olarak bilinecek. Ve bu geçmişe Tanıklık Kitabı ve geleceğin Kehanet Kitabı olacak çünkü gelecek, geçmişte yatmaktadır ve başlar da son olacaktır.

Durakladı ve ben tabletleri alıp onları doğru sırasıyla birer birer sandığa yerleştirdim. Sandık akasya ağacından yapılmıştı ve dışı altın kaplamaydı.

Efendimin sesi şöyle dedi: Şimdi sandığın kapağını kapat ve kilidini tuttur. Söylendiği gibi yaptım.
Bir duraklama oldu ve sonra efendim Enki şöyle dedi: Sana gelince Endubsar, büyük bir tanrıyla konuştun ve beni görmesen de huzurumda kaldın. Böylece kutsanmış oldun, bundan böyle benim halka seslenen sözcüm olacaksın. Onlara doğru hayat sürmelerini tembihle çünkü iyi ve uzun bir hayatın temelidir bu. Onları teselli de edeceksin çünkü yetmiş yıl içinde şehirler yeniden kurulup ürünler yeniden filizlenecek. Esenlik olacak ama savaş da olacak. Yeni uluslar kudretli hale gelecek, krallıklar kurulup yıkılacak. Eski tanrılar bir kenara çekilecek ve kısmetleri yeni tanrılar belirleyecek. Ama günlerin sonuna gelindiğinde hakim olacak olan kaderdir ve gelecekle ilgili olanlar, benim geçmişle ilgili sözlerimin içinde önceden bildirilmiştir. Bunların hepsini, Endubsar, halka sen anlatacaksın.

Sonra bir duraklama ve ardından sessizlik geldi. Ve ben, Endubsar yere kapaklanıp sordum: Peki ama ne söyleyeceğimi nasıl bileceğim?

Ve efendi Enki’nin sesi şöyle dedi: Gökte işaretler olacak ve söylenecek sözler sana rüyalarda ve görümlerde gelecek. Senden sonra başka seçilmiş peygamberler de olacak. Ve en sonunda bir Yeni Yer ve bir Yeni Gök olacak ve de peygamberlere artık ihtiyaç kalmayacak.
Sonra sessizlik çöktü ve ışıltılar söndü ve ruh beni terk etti. Tekrar kendime geldiğimde, Eridu’nun dışındaki tarlalardaydım.
Usta Yazıcı Endubsar’ın Mührü
***
EFENDİ ENKİ’NİN SÖZLERİ

BİRİNCİ TABLET

Nibiru’da hüküm süren Anu’nun ilk oğlu, efendi Enki’nin sözleri.

İçim sıkkın, ağıtlar yakıyorum; kalbimi acıyla dolduran ağıtlar bunlar.

Diyara nasıl da indi darbe; halkı Kötülük Rüzgarı’na teslim edildi, ahırları terk edildi, ağılları boşaldı.

Şehirler nasıl da şamar yedi; Kötülük Rüzgarı’yla vurulmuş sakinleri ölü bedenler gibi üst üste yığıldı.

Tarlalar nasıl da darmadağın; Kötülük Rüzgarı’nın dokunduğu bitkiler kupkuru kaldı.

Nehirler nasıl da bela gördü; artık içlerinde hiçbir şey yüzmüyor, ışıldayan duru suları ağulandı.

Siyah saçlı halkı Şumer’i boşalttı; tüm yaşayanlar gitti;

Davarları ve koyunları Şumer’i boşalttı; foşurdayarak boşalan sütün tınısı sessiz.

O muhteşem şehirlerinde şimdi yalnızca rüzgar uğulduyor; tek koku ölüm.

Başı göğe yükselen tapınaklar tanrıları tarafından boşaltıldı.

Efendilik ve krallık komutasından eser yok artık; asa ve taç gitti.

Bir zamanlar yemyeşil ve yaşam verici olan iki büyük nehrin kıyılarında yaban otları bitti.

Ana yollara çıkan yok, yol iz sorup arayan yok; yıldızı parlayan Şumer terk edilmiş bir çöl oldu.

Diyara, tanrıların ve insanların yuvasına nasıl da darbe indi!

O ülkenin üstüne, insanoğlunca bilinmemiş bir afet çöktü.

İnsanoğlunun daha önce hiç görmediği, görse zaten canlı kalamayacağı bir bela geldi.

Batıdan doğuya tüm topraklara, dehşetin darmadağın eden yetkisi yerleşti.

Şehirlerindeki tanrılar insanlar kadar çaresizdi!

Uzaktaki bir ovada bir fırtına, bir Kötülük Rüzgarı doğdu; yolu üstüne Büyük Afet’i yerleştirdi.

Batıda doğan ve ölüm saçan bir rüzgar yolunu doğuya çevirdi, rotasını kısmet belirledi.

Tufan gibi yutucu, suyla değil ama rüzgarla yıkan; gel git dalgasıyla değil ama zehirli havayla boğan bir fırtına.

Kader değil kısmet tarafından oluşturuldu; meclisteki Büyük Tanrılar Büyük Afet’e sebep oldular.

Enlil ve Ninharsag izin verdi buna; dursun, diye yalvaran bir tek bendim.

Göğün emrettiğini kabul etmeleri için gece gündüz delil gösterdim ama nafile!

Enlil’in savaşçı oğlu Ninurta ve öz oğlum Nergal büyük ovadaki silahları önce zehirleyip sonra da serbest bıraktılar.

Parlaklığın ardından Kötülük Rüzgarı’nın geleceğini bilemedik diye şimdi acıyla ağlaşıyorlar.

Ölüm saçan fırtınanın batıda doğup yolunu doğuya çevireceğini kim öngörebildirdi ki, diye inliyor şimdi tanrılar.

Kutsal şehirlerindeki tanrılar, Kötülük Rüzgarı yolunu Şumer’e çevirince inanmaz gözlerle kalakaldılar.

Tanrılar birbiri ardınca şehirlerinden kaçtılar, tapınaklarını rüzgara terk ettiler.

Zehirli bulutlar yaklaşırken, şehrim Eridu’da bunu durdurabilecek hiç bir şey yapamazdım.

Halka, açık steplere kaçın! talimatını verdim; eşim Ninki ile ben de şehri terk ettim.

Şehri Nippur’da, Gök-Yer Bağı‘nın yerinde Enlil bunu durdurabilecek hiç bir şey yapamazdı.

Kötülük Rüzgarı Nippur’a saldırmaktaydı; Enlil ve eşi göksel sandalına binip aceleyle uzaklaştılar.

Ur’da, Şumer’in krallık kentinde, Nannar yardım etsin, diye babası Enlil’e seslenmekteydi;

Göğe doğru yedi basamakla yükselen tapınağın yerinde, Nannar kısmetin yetkisine kulak asmayı reddetti.

Sebebim olan babam, Ur’a krallık bahşeden Büyük Tanrı, Kötülük Rüzgarı’nı geri çevir, diye yakardı Nannar.

Kısmetleri emreden Büyük Tanrı, Ur’a ve halkına kıyma ki; seni övmeye devam etsinler, diye yalvardı Nannar.

Enlil oğlu Nannar’ı yanıtladı: Asil oğul, senin o muhteşem şehrine krallık sunulmuştu; sonsuz bir saltanat sunulmamıştı.

Eşin Ningal’i tutup kolundan kaçın şehirden! Kısmetleri emreden ben bile, şehrin kaderini eğip bükemem!

Kardeşim Enlil işte böyle konuştu; heyhat, heyhat, bu bir kader değildi!

Tanrıların ve Dünyalıların başına çöken Tufan’dan beridir en büyük afetti; heyhat, bu bir kader değildi!

Büyük Tufan mukadderdi ama ölüm saçan bulutla gelen Büyük Afet mukadder değildi.

Bozulan bir yemin ve mecliste alınan bir karardı sebebi; Dehşet Silahları tarafından yaratıldı.

Kader sebebiyle değil, bir karar sonucunda salınmıştı zehirlenmiş silahlar; bilerek atıldı zarlar.

O iki oğul yıkımı, ilk oğlum Marduk’a karşı yönelttiler; kalpleri intikam duygusuyla doluydu.

Hükümranlığa yükselmek Marduk’un hakkı değil, diye bağırdı Enlil’in ilk oğlu; silahlarla ona karşı koyacağım, dedi Ninurta.

insanlardan bir ordu kurdu, Babil'ini, Dünya’nın göbeği, diye ilan etti! diyerek bağırdı Marduk’un kardeşi Nergal.

Büyük Tanrıların meclisinde ağızdan ağıza zehir zemberek sözler yayıldı.

Gece gündüz karşı çıkan sesimi yükselttim; esenlik tembihledim, telaşa taraf olmadım.

İnsanlar ikinci kez onun göksel imgesini yükselttiler; bu karşı çıkış niçin sürmekte, diye yalvardım.

Tüm aygıtlar kontrol edildi mi? Göklerde Marduk’un çağı gelip erişmedi mi, diye bir kez daha sordum.

Öz oğlum Ningişzidda göğün işaretlerini başka yorumladı; Marduk’un ona yaptığı haksızlığı, kalbinde asla affetmediğini biliyordum.

Enlil’in Dünya’da doğan oğlu Nannar da merhamet etmedi. Kuzey şehrindeki tapınağımı Marduk kendine mesken edindi, dedi.

Enlil’in en küçük oğlu Işkur cezalandırılma talep etti; topraklarımdaki halkı kendi peşinden gelmeye zorladı, dedi.

Nannar’ın oğlu Utu’nun gazabı Marduk’un oğlu Nabu’ya yönelmişti: Göksel Arabalar Yeri'ni ele geçirmeyi denedi!

Utu’nun ikizi İnanna hepsinden çok öfkeliydi; sevdiceği Dumuzi’yi öldürdüğü için hala Marduk’un cezalandırılmasını talep ediyordu.

Tanrıların ve insanların anası Ninharsag bakışını çevirdi: Marduk niçin burada değil, dedi sadece.

Öz oğlum Gibil karamsarlıkla yanıtladı: Marduk tüm ricaları bir kenara koydu; göklerin işaretlerine göre üstünlüğünü iddia etti!

Ancak silahlarla durdurulabilecek bu Marduk, diye bağırdı Enlil’in ilk oğlu Ninurta.

Gök Arabaların Yeri'nin korunmasıyla ilgiliydi Utu; Marduk’un eline düşmemeli, dedi.

Aşağı Bölgenin efendisi Nergal vahşice talep etmekteydi: İzin verin de yok etmek için şu eski Dehşet Silahları kullanılsın!

İnanmaz gözlerle öz oğluma baktım: Kardeşin kardeşe karşı dehşet silahlarını kullanmayacağına yalan yere mi yemin etmişti!

Rıza yerine sessizlik vardı.

Sessizliğin içinde Enlil ağzını açtı: Cezalandırılmalı; kötülük yapanlar kanatsız kuşlara döndürülmeli, Marduk ve Nabu bizi mirasımızdan yoksun ediyor; izin verin de onlar da Gök Arabalar Yeri'nden yoksun kalsınlar!

O yeri kavurup yok edelim, diye bağırdı Ninurta; Kavuran ben olayım!

Heyecanlanan Nergal ayağa kalkıp bağırdı: Kötülerin şehirleri de altüst edilmeli,

Günahkar şehirleri, izin verin de ben yok edeyim; bırakın adım bundan böyle Yok Edici olsun.

Tarafımızdan oluşturulan Dünyalılara zarar gelmemeli; günahkarların yanında doğrular da yanmamalı, diye gürledim.

Yaratımdaki yardımcım Ninharsag da onayladı; Mesele yalnızca tanrılar arasında çözülmeli, insanlara zarar gelmemeli.

Göksel meskenindeki Anu bu tartışmaları dikkatle dinliyordu.

Kısmetleri belirleyen Anu sesini göksel mekanından işittirdi:

İzin verin de Dehşet Silahları bu defalık kullanılsın, roket gemiler yeri yok edilsin, insanlara kıyılmasın.

Enlil kararı böyle duyurdu: Ninurta, Kavurucu ve Nergal de, Yok Edici olsun!

Onlara tanrıların sırrını açıklayacağım; onlara dehşet silahlarının saklandığı yeri göstereceğim.

Biri benim, biri onun olan iki oğul, Enlil’in iç odasına çağırıldı. Nergal yanımdan geçerken gözünü kaçırdı.

Heyhat, diyerek sessizce haykırdım; kardeş kardeşi vuracak! Önceki Zamanların tekrarlanması mı vardı kaderde?

Enlil onlara Eski Zamanlara ait bir sırrı açıklıyordu; Dehşet Silahlarını onların ellerine teslim ediyordu!

Dehşetle kaplı bir parlaklığı serbest bıraktılar; dokundukları her şey toz yığınına döndü.

Dünya’da kardeş kardeşe karşı durmayacak, hiç bir bölgeye zarar verilmeyecek, diye yalan yere yemin etmişlerdi.

Yemin bozulmuştu işte, kırılmış kavanoz gibi işe yaramaz parçalara bölünmüştü.

Coşkulu bir neşeyle dolan iki oğul hızlı adımlarla Enlil’in odasından çıktılar, silahlar için yola koyuldular.

Diğer tanrılar şehirlerine geri döndüler; hiç birinin kendi afetine dair bir önsezisi yoktu!

Zecharia Sitchin, DÜNYA DIŞI BİR TANRININ HATIRALARI VE KEHANETLERİ ENKİ‘NİN KAYIP KİTABI, Çev. Yasemin Tokatlı, Ruh ve Madde Yayınları, 2008, İstanbul

ayrıca bkz.
http://wiki.auroville.org.in/wiki/Ritam_%22Similarities_between_Sumerian_Enki_and_Vedic_Agni%22

SUMERLİNİN DÜNYA GÖRÜŞÜ VE BABİL EDEBİYATıNA TOPLU BİR BAKIŞ http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1233/14087.pdf


Tufan, İslam Ansk. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c41/c410177.pdf

Yorumlar


Uyarı: sinantektas.com'da yer alan yorumlar, kullanıcıların kişisel görüşlerini yansıtır ve sinantektas.com'un editöryal politikası ile örtüşmeyebilir. Yorumların hukuki sorumluluğu tamamen yazarlarına aittir.
Dikkat!

1.Yorum yaparken saygı çerçevesinden çıkmayın
2.Küfür Hakaret Siyasi propaganda içerikli yorum yapmak yasaktır.
3. Her ne şekilde olursa olsun, özel iletişim bilgilerinizi paylaşılmamalıdır.

Resim eklemek için:
[image] image_url [/image]

Bir kod bloğu eklemek için:
[code] your_code [/code]

Teklif eklemek için:
[quote] your_quote [/quote]

Bağlantı eklemek için:
[link] your_link_text | link_url [/link]